90’larda Anaokulu

Aklım karmaşık gündemlerle meşgul bu ara. Elde olmayan sebeplerle anaokuluna ara vermiş olmak, ilkokula başlama yaşı gelen Harun için bir çıkmaza çekti bizi. Oyun çağında akranlarından ve sosyal ortamdan kopuk kalıp bir anda kendini; sabit oturma, ders takibi, ödevler, sorumluluklar, öğrenme kaygısı içinde bulsun istemesek de kaybedeceği 1 yılı düşünmeden edemiyoruz. 

İlkokul için hazır olup olmadığı ise onu hiç tanımayan birinin yarım saatlik standart bir test yapmasına indirgenince anne yüreğindeki o kaygı giderek artıyor.

Sadece bana ait bir kaygı olmadığının da farkındayım... 


***


Halbuki ahh 90’lar diyerek geriye dönüp, kendimi bir avuntunun kollarına bırakıveriyorum sonra...


Ah 90’lar... 90’larda anaokulundaki o küçük kız...Çoğu çocuğun ilkokula hop diye başladığı, anaokulunun pas geçildiği, kimsenin okul öncesi eğitime pek de önem vermediği yıllar. 

Güner Öğretmenim. 

4 sene gittiğim anaokulum...


***


Annem öğretmen olduğu için o yıllarda çalışan anne/okul öncesi öğrenimi pek yaygın olmasa da vardı. Annem beni 3 yaşımda kreşe yazdırdı. Hayatımın en kabus anları olabilir. En kötü kısmı sanırım halâ hatırlıyor olmak...

Bahçenin siyah demir kapısına yapışıp çığlık çığlığa ağlardım annemin ve ablamın arkasından. Hergün ve her yeni gün. Bahçede karşılıklı binilen bir salıncak vardı, ben salıncağı çok severdim ama orada hep ağlardım. Bir gün salıncakta ağlarken karşımdaki çocuğun üstüne kustum. Yanyana yataklarımız/ uyku saatimiz vardı. Herkes uyurdu. Ben uyumazdım, yatağımda oturur beklerdim. Yemek saatinde en sevdiğim yemek dolma olsa da yemezdim. Oyun saatinde oynamaz, şarkılar söylediğimizde şarkıda tavşan geçiyor ve benim tavşanım evde kaldı diye ağlardım. Hep ağlardım. Hep... 

Bu serüven birkaç ay sürebildi. Çocuğunuz okula uyum sağlamıyor demişler ve annemin anlatımıyla okula aldığı tüm oyuncak/kırtasiye malzemelerini de vermeyerek beni yollamışlar. 


Annem ilkokul öğretmeniydi. O yıllarda okula başlama yaşı 7 ve anaokuluna da öncesindeki bir sene gidilebiliyordu sadece. Dolayısıyla anaokulundakiler de 6 yaşındaydı. 

Annem bir yolunu buldu ve beni bulunduğu okulun anaokuluna aldılar. 3,5 yaşındayken 6 yaş anaokulu sınıfında başlamış oldu okul hayatım. Annemle gidip onunla dönüyordum. Onunla aynı çatının altında olmak bana güven veriyordu. Ondan ayrılmış hissetmiyordum. Ve öğretmenim diğer tüm tanıdığım öğretmenler gibi annemin arkadaşıydı. Onu özel hayatımızdan da tanıyor olmak iyi bir histi. Güner Öğretmenim benim okulu sevmemin sebebidir. Okul değil ama öğretmen bir insanın kesinlikle en büyük şanslarındandır. 


7 yaşıma kadar en ufak bir isteksizlik, bıkkınlık, üzüntü duymadan devam ettim anaokuluna. Herkes bitirip ilkokula başlarken ben demirbaş olarak yeni arkadaşlarımı bekledim. İki sınıf vardı anaokulu olarak. Ben her yeni sene yine Güner Öğretmenimle olmak istedim. 


Boyama, hamur oynama, şarkılar söyleme, beslenme, bahçe saati, kesme çalışması, doğum günleri, masal anlatma, çizgi çalışmalarının ötesine geçmeyen sakin bir anaokulu müfredatı vardı o yıllarda...Sıkılmazdım, sıkıldığımda beni sıkan bir öğretmenim yoktu çünkü. Ölçüler dahilinde hep serbest hissettim. Sınıftan çıkmak istediğimde hiç karışmazdı, oyunumu/etkinliğimi yarım bırakmama falan asla kızmazdı, gülme krizlerine girip sınıfı kaynatmama da... Yüzünü asmazdı, azarlamazdı. İki sınıfın kapısının açıldığı bir hol vardı. Çanta ve ayakkabıları koyduğumuz perdeli raflar ve bir tane de sunta oyun evi. Tek katlı bir yapı, kapı bahçeye açılırdı. Bahçede sadece bir demir kaydırak vardı. Bahçeye çıkmamak şartıyla sınıftan çıkmam serbestti.  Çoğu zaman sormadan çıkardım sınıftan, oyun evinde oynardım kendi kendime. Bahçeye asla çıkmazdım. Güner öğretmenim çıkma dediyse çıkmazdım. O beni üzmezdi, sıkmazdı. Bende onu üzmedim hiç. İtaatin yolunun sevgi ve serbest bırakmaktan geçtiğini bugünlerde bunları düşünerek pekiştiriyorum. 


‘Sallanarak yürüyordu hanfiii danfiiii...’ (hamdi damdi olarak biliniyor) efektli şarkılar söyler ve sallanarak yürüyüp küçük masalarımızın üstüne devrilirdi. Hanfi danfi vardı, masamızın üstündeydi, gerçekti ve çok komikti. Herşeyden, herkesten daha komikti Güner öğretmenim. 


Hep tebessümlü incecik dudakları tatlı tatlı konuşur, hep diz altı etek giyen, narin bir bedeni vardı. Hayran hayran onu izlemek bile öğrenmeye dahildi. 


Günlük dertlerim arasında ; ayranım şişemden sızıp dökülmüş mü, bana arkadaşımınkinden daha büyük bir hamur düşer mi, karışık dağıtılan boyama kitaplarından bana saman kağıtlı boyama kitabının denk gelmemesi, taşırmadan boyamak, kaydırmadan kesebilmek, yemek duasını okuma sırasının bana gelmesi...


Okul hayatım içinde hangi ögretmenlerin iz bıraktığı sorulsa kesinlikle en başa Güner Öğretmenimi yazarım. Yüzünü düşünsem bile kalbimi bir sıcaklık kaplar halâ. 

Bu meslek için doğmuş, hakkını fazlasıyla veren/vermiş olan biridir. Mümkün olabilse Harun’u gözlerimi kapayıp ona teslim edebilirim. 


***


Okul öncesi eğitim şu anda çocuğa yükleme yaparak ilkokula hazırlamak gibi olmuş. Veliler yarış içinde, okullar yarış içinde, öğretmenler dahil olmak durumunda... “Ne kadar erken başlasa...” diye başlıyor cümleler. Bu döngüye kendini ara ara kaptıran sonra da çekip kurtarmaya çalışan biri olarak kendini ve çocuğunu yetersiz görme/hissetme hali kapıda bekliyor. 


Oyun çağı çocuğu oyun çağı çocuğudur. Değil mi? “Oyunla öğretiyoruz”un maskelediği bir yarış gibi artık...


Ama yok... 

Bu yıllarda anaokulu çocuğu; harfleri biliyor, sayıları biliyor, okumayı biliyor, yazabiliyor, duaları ezberledi, 100e kadar saydı, toplama yapıyor, bölmeyi de öğrendi, üç basamaklı çıkarma yapıyor, kodlama da biliyor, ingilizce şarkıları bir dinlemeye ezberliyor... 


Alıp başını giden değil coşan bir liste var karşımızda. Çocuklar ilkokula gitmeden herşeyi öğrenmiş durumda, oyun tam nerede acaba, akran ilişkileri, insanî ve kültürel değerler, kimliklerimiz...


Geçen sene okul kayıt döneminde görüşmeler yaparken; değerler eğitimi müfredata dahil mi diye sorduğumda çoğu yetkili kişi! yüzüme boş boş baktı. Bazıları başörtülü olduğumdan dolayı ‘dini değerleri’ kastettiğimi düşünerek sanki çok sakıncalı birşeyden bahsediyormuşum gibi ‘asla’ dediler. Noel, cadılar bayramı, paskalya kutlanıyor mu deseydim ‘tabii ki’ denecekti...Uzaydan gelmiş muamelesi görme sebebebim çok da üzerinde durulmayan ‘insanı değerleri’ sormuş olmamdı. 

Robotik kodlama dersi var mı demiş olsaydım tabii ki böyle bir hikayemiz de olmayacaktı. 


İnsan 90’lardan bugünleri düşündüğünde herşey gibi aslında bu konuda da kontrolsüz bir modernleşme/aşırılaşma olduğunu görüyor. Okulsuz Büyümek kitabında, iki çocuğu ve eşiyle okulsuz bir hayatı tercih edip kırsala yerleşen Ben Hewitt, nasıl da içten, net ve samimi anlatmıştı halini. “Kimse farkında olmasa da öğrenebileceğimiz başka şeyler de vardı; konulara göre sınıflandırılamayacak, ölçülemeyecek veya not verilemeyecek şeyler. Bize emredilen eğitiminin özgüvenimizi geliştirmek yerine tamamen yok edeceğini kimse fark etmedi.” 


***


Umut var... 

Bir çocuğu bin edecek hazineye sahip öğretmenler halâ var. Bu düzeni değiştirmeye ne kadar güçleri yeter bilmiyorum ama el veriyorlar. İnancım tam. Çocuklarımızın ellerini o öğretmenlere teslim edebilmek, önce beyinlerini değil yüreklerini dolduracak o öğretmenleri arıyoruz. 

Güner öğretmenleri arıyoruz.


•••



Saygı ile

(Bu yazım Güner Galimgil’e ve kendini Güner öğretmen hisseden tüm öğretmenlere gelsin.İyi ki varsınız.)


Zehra Görgülü Ölmez

Yorumlar